“Vosvos” Aktunç…

Yanılmıyorsam 1934 olacak, dünyanın başına bela Hitler doğru düzgün bir işe vesile oluyor ve Ferdinand Porsche’den bir istekte bulunuyor, hesaplı fiyatı olacak, üç çocuklu bir aileyi rahatlıkla taşıyacak otomobil tasarlamasını istiyor. Uzun çalışmalar ardından 1939 yılında seri üretim başlıyor ve Volkswagen Beetle doğuyor. Halkın arabası Volkswagen Beetle, bizim deyişimizle “tosbağa” ana karakterini ve çizgilerini kaybetmeden gelişerek geçirdiği ürün ömrü (product life cycle) boyunca tam yirmibirbuçukmilyon adet üretiliyor. Dünya çapında girmediği pazar kalmıyor. Bir başarı hikayesi ve gelmiş geçmiş en önemli markalardan olan Volkswagen’i meydana getiren model gerçek bir otomotiv efsanesi.

13 Ağustos 1949 . Wolfburg fabrikasında VW Beetle üretim hattının ziyaretçileri var..

Bu yirmibirbuçukmilyon adet tosbağadan biri de kardeşimin doğduğu 1977 yılında “artık otomobil almak gerek” diye düşünen babam tarafından bize düştü.

1966 modeldi, kırmızı bir uğurböceği gibi duruyordu. Bir çocuğu da o oldu babamın, bu tür konulara mesafeli, edebiyatçı adam, otomobiline özeniyor, gittiği ülkelerden aksesuarlarını, orijinal boyasını falan getiriyordu. “Vosvos Aktunç” dedik ona, soyadımızı ondan sonra alabilen bir başka otomobil olmayacaktı. Ömrünü tamamladığında onu takiben gelen çok daha modern, klimalı, otomatik camlı, ABS’li, airbagli, her yeri emniyet kemerli otomobiller de çok hizmet ettiler aileye ancak onun yeri hep başka oldu, unutulmadı. Volkswagen’e Vosvos adı verilen bir başka ülke de yoktur sanırım.

 

Şimdiyse bu araçlar birer klasik oldular, meraklıları, fan kulüpleri birer mücevher gibi bakıyorlar tosbağalarına, peki neden böyle? Neden eski otomobillerde insanı cezbeden bir sevimlilik, naiflik, sanki iddiasız ama iyi kalpli, sevilen bir eski mahalle delikanlısı, sempati kaynağı durumu var? Öyle ya, emniyet donanımları yok denecek kadar az, enjeksiyon sistemi yok, modern zamanların artık opsiyon olarak değil standart gördüğü hiçbir özellik bulunmuyor onlarda.

Bu araçlar artık klasik oldular

Fikrimce bu emektarların en önemli özelliği her birinin ayrı kişiliği olması. Robotizeleşmemiş, daha çok el emeğiyle, mütevazi adetlerde, terzi üretimiyle adeta, tek tek üretildiler. Tabii o zamanlar dünyamızın nüfusu da bugün olduğu gibi sekiz milyarı bulmamıştı, daha az insana daha az adette üretim için bir engel yoktu.

Her dönem kendi çözümlerini ve ürünlerini yaratıyor. Bu sebeple de daha kıymetli oldular, paraca olmasa da duygusal anlamda. Ailelere yakın oldular, ihtiyacı karşıladılar, kıymetleri bilindi, kolay kolay arıza yapmadılar, sacları kalındı, sağlamdılar, bizleri büyüttüler, tosbağa üç nesli taşıdı mesela, hala da taşıyor… Bu sebeple de farklı oldular. Çok sevildiler. “Ayağımızı yerden kestiler” ya yeterdi, beklenti de görgü de buydu zaten.

Zaman değişiyor tabii, doğal olan da bu zaten, şimdinin durumu başka, artık otomobile duygusal olarak bağlanmak pek de görülen bir şey değil, otomobil belli dönemlerde değişen, ihtiyaca paralel kullanılan, sonra “recycle” olan bir “araç”, her geçen gün de yenilenmeye devam ediyor, fosil yakıtlı olanlar yavaş yavaş azalacak, ne zaman bilemem ama bir süre sonra motor sesini duymaktan mutlu olduğumuz bir Ferrari’yi, bir Lamborghini’yi de sessiz şekilde önümüzden süzülürken göreceğiz. Çevresel kaygılar, robotik gelişim, büyüyen dünya nüfusu, hızla tüketilen kaynaklar her şeyi değiştiriyor, değiştirecek. Nostalji güzel ama hayat devam ediyor.

Tasarımıyla, gözde bıraktığı tatla beetle gibi gönüllere giren araçlar günümüzde de var tabii ki, aklıma Nissan Micra, Fiat 500 geliyor hemen örneğin. Tabii onlar da elli yıl sonra birer klasik mi olacak yoksa tüketim zincirinde yeniden değerlenmeye mi girecek bunu zaman gösterecek. Öyle ya da böyle otomobil bir keyiftir, klasiği ayrı, yenisi ayrı.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.