​Otomobille gelen sonsuz güven

-Parası neyse verip satın aldığı- elin otomobiliyle ‘kendine sonsuz güven yüklemesi’ yapanlar, karakterlerinde bulunmayan donanımları bir makinadan aldıklarını sanıyorlar gibi geliyor bana…

“Bakın benim standart donanımımda bir sürü para var. Ne güzel değil mi?”

Teşbihte hata olmaz. Yerin yedi kat dibinde dolaştığının farkında olmadığı kendine güvenini, yine kendine güveni yerin yedi kat dibinde olanlara sergileyebileceği bir maske gibi bazıları için otomobil…

Herkesi aynı kefeye koymak doğru olmaz tabii ki… Ama otomobili icat edenler bile, bu ‘aracı’ bizim kadar gösteriş unsuru olarak kullanmıyordur…

Bakınız İstanbul’un en lüks restoranlarından Sunset’in patronu Barış Tansever’ın geçen hafta bir gazeteye verdiği röportajdaki bir bölüme… Tansever, kendi restoranın en önemli eksikliğinin gelenlerin arabalarını gösterecek imkanı olmaması olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Komik gelecek size belki ama bizim yerin eksikliği kendini ve arabasını göstermek. Sunset büyük olduğu için herkes herkesi göremiyor. Bir kesim de arabaları da görünsün orada olduğu da bilinsin istiyor. Biz öyle bir yer değiliz. Arabalar görünmüyor, sokaktan içerisi görünmüyor. Son yıllarda İstanbul’da tutan mekanların çoğunun bu özelliğe sahip olan yerler olduğunu gözlemliyorum.”

Merak ediyorum. “Ooooo bu adamın süper lüks ve pahalı bir otomobili var. Demek ki parasal durumu iyi. Biz bununla hemen ortak iş yapalım” mı diyorlar acaba?

Herhalde öyle ki, bir ara bazı işadamlarının (!) öğle yemekli toplantılarına paparazzilerin fink attığı mekanların önüne birkaç saatliğine kiraladıkları lüks otomobillerle gittikleri konuşulmuştu.

Oysa ki, modern, şehirli bir insanın bir yerden bir yere ulaşmak için ilk başvurduğu yöntem –mümkünse- yürümek (veya bisiklete binmek), ikincisi de –varsa ve medeni koşullarda hizmet sunuyorsa- raylı sistemdir… Bu da genellikle gelişmiş ülkelerde cereyan eder. En alttan en üst seviyeye kadar geniş bir sosyo ekonomik yelpazede insanlar ya evine en yakın tren ya da metro istasyonuna yürür. Veyahut da evinden istasyona kadar geldiği arabasını otoparka bırakır, yoluna banliyö treniyle ve metroyla devam eder. İstisnasız hepsinin lüks ya da orta sınıf bir otomobili vardır.

İçlerinde ünlü yıldızlar da vardır, işadamları da, beyaz yakalılar da, mavi yakalılar da…

New York metrosunda objektiflere yakalanan ünlüler, oralarda değil daha çok bizim gibi ülkelerin medyasında yer bulur kendine.

Birkaç yıl önce iş için ziyaret ettiğim Amsterdam’da –araçla da önüne kadar gidilebilen- bir restorana bisikletleriyle gelen çok şık insanlar hâlâ gözümün önünde.

Ve bu tip ülkelerde nüfusa göre otomobil sahipliği oranı Türkiye’yi kat be kat aşıyor.

Bu ülkede bu kadar çok ‘parasını gösterme meraklısı’ olmasaydı, vergilendirme sistemi çok daha insani olabilirdi belki de…

Kişisel bir not olarak…

Evet, ben arabamı İspark’ın otoparkına bırakıp, -çok kalabalık olduğu saatler dışında- metrobüse biniyorum…

Çözüm toplu ulaşımı rencide edici olmaktan çıkarmaktan geçiyor galiba…

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.